KPEDIA

MODERN DİJİTAL ARŞİV

ARŞİV SİSTEMİ

Kategoriler arasında gezinebilirsiniz.

"Tarih tekerrürden ibarettir."- Anonim
TARİHİN ARKA ODASI
Bilgiler yükleniyor...
TARİHTE BUGÜN
Tarih sayfaları karıştırılıyor...
TARİHİ LOKASYONLAR

KRONOLOJİ

İlk Çağ Tarihi

Türk Tarihi

Genel Tarih

İslamiyet Öncesi Arabistan

İslamiyet’in doğuşundan önceki Arabistan coğrafi şartları, ekonomik durumu, sosyal ilişkileri ve dini inanışları açısından İslam’ın ortaya çıkışına hazır bir zemin sunuyordu. Arabistan yarımadasının büyük bir kısmı çöller ve kurak platolar ile kaplıydı; tam da bu nedenden ötürü yerleşik hayat suyun daha çok bulunduğu vaha şehirlerine ve kıyı bölgelerine yakın yerlere yoğunlaşıyordu. Mekke ve Kabe’nin varlığı sebebiyle Arabistan hem dini hem de ticari bir merkezdi. Yerlileri liman şehirlerinden Hindistan ve çevresine uzanan kervan yolları, kumaş, baharat vb. kaynaklar ile ticareti canlandırıyorlar; göçebeler ise deve yetiştiriciliği, hayvancılık ve akınlardan kazandıkları ganimetler ile geçiniyorlardı. Bir yandan şehirlerde zengin tüccar aristokrasisi varolmaya başlamış ve bu da sınıfsal farklılıkların oluşmaya başlamasına yol açmıştır. Toplumsal yapı kabile düzenine dayanıyordu ve Arabistan içerisindeki herkes mensubu olduğu kabilenin koruması altında yaşayıp, onların kültür, örf, adet ve kurallarına göre yaşıyordu. Kadınların kabile düzenindeki önemi o kabilenin örf ve adetine göre değişim gösterirken, çoğu kabileye erkek egemenliği hakimdi; kız çocuklarının gömülmesi gibi gerici adetler bu dönemin en belirgin özelliklerindendi. Arabistan’da dini hayat bölgeden bölgeye değişirken, çoğunlukla çok tanrılı bir inanış hüküm sürüyordu; örnek vermek gerekirse Mekke’de Kabe, putperest Arapların merkez mabediydi, içerisinde de pek çok put bulunuyordu. Tek tanrılı inanışı sürdüren topluluklar ise çoğunlukla Hicaz ve Yemen bölgesinde varlığını sürdürüyordu. Bu tablo İslam’ın doğuşuna net bir zemin hazırlamakla kalmayıp; sert coğrafya, toplumsal çöküş, dini parçalanmışlık ve ekonomik eşitsizlikleri de beraberinde getiriyordu. Bütün bu sorunlar Arabistan yarımadasında ahlaki bir birliğin süregelmesine neden olmak ile kalmayıp, tek tanrı inancına sahip olan İslam’ın doğuşuna anlamlı şartlar yaratmıştı.

İSLAMİYET ÖNCESİ ARABİSTAN COĞRAFYASI

İslam öncesi Arabistan’ın fiziki yapısı sert çöller, su kıtlığı, dağlar, verimli ve ayrıca olarak nemli Yemen yaylalarının istisnai varlığı toplumsal örgütlenmeyi, yani kabileleşmeyi belirleyen başlıca etmenlerdi. İklim bakımından da en dikkat çekici yanı sert kuraklığıdır; ki Arabistan’ın çoğu yerinde yıllık yağış miktarı diğer dünya ülkelerine nazaran çok azdır ve sıcaklık yazları çok yüksek olmakla beraber; su kaynakları da kısıtlıdır. Buna karşılık Arabistan’ın güneybatı kesiminde yüksek platolar ve Hint okyanusundan gelen muson etkisinin bulunması nedeniyle diğer bölgelere nazaran daha nemli ve yağışlı dar iklim bölgeleri bulunur.
     Arabistan’ın fiziksel yapısının en belirgin kısımları batı kıyı boyunca bulunan Hicaz ve Asir olarak bilinen sıradağlarıdır; bu sıradağlar deniz kenarından dik bir yamaçla yükselip Tihame (yani kıyı ovasını) birbirinden ayırır. Bu sıradağlar, kıyıya yakın bölgelerde yamaç yağışlarını büyük ölçüde arttırarak o kuşakta daha fazla bitki ve yerleşime olanak sağlar; ayrıca dağ eteklerinde yüksek uçurumlar ve dar vadiler görülür. Arabistan’ın iç kısımları ise tipik plato olan Najd ile tanımlanır; geniş, nispeten yüksek, rüzgarla aşınmış kaya, çakıl düzlükleri ve lav akıntıları ile bozkır-çalı örtüsü vardır. Bu plato geniş çöl kütleleriyle bağlantılı ve geleneksel bedevi dolaşımının ana merkezlerinden biridir. Yarımadanın en etkileyici yanlarından biri de üç büyük kum denizi olan kuzeydeki En-Nefud, merkezi bir alan oluşturan Ad-Dahna ve güneydeki Rub’ al-Khali’dir. En-Nefud kırmızımsı kumları ve güçlü rüzgarları ile bilinirken; Ad-Dahna, kuzey ve güney kum denizlerini birleştiren uzun ve ince bir kum koridoru görevi görür; Rub’ al-Khali ise dünyanın en büyük kum sahalarından biri olup çok geniş ve aşırı kurak bir kum denizi oluşturur.
      Özetle: Arabistan’ın coğrafyası kıyı ovaları, Hicaz ve Asır yamaçları, Najd ve kum denizleri birbirinden farklı yaşam ortamları ve ekonomik olanaklar sunar.

İSLAMİYET ÖNCESİ ARABİSTAN’IN SOSYAL DURUMU

Öncelikle Cahiliye Dönemi Arabistan’ında merkezi bir otorite yoktu; toplumun, azınlıkların örgütlenme ve birleşim biçimi kabileleşme idi. Arabistan’da doğan her birey doğduğu kabilenin güvenlik ve sosyal kimliğini kazanır, hayatlarını kabilesinin örf, adet ve kurallarına göre yaşamak zorunda kalırdı. Kabilenin Şeyh-Hakemi ise genellikle içerisinde bulunduğu yönetim biçiminde yaşlı, tecrübeli, cesur ve cömert kişiler arasından seçilir ve son sözü o söylerdi; ancak bu seçim mutlak bir otoritenin verilmesinden çok ikna ve saygınlığa dayanırdı. Şu anda olduğu gibi o zamanda da tabakalaşma yani sınıfsal farklılar vardı ve bunun en büyük örneği özellikle Mekke’de, Kureyş’in tüccar ailelerinin kervan ticareti sayesinde büyük servetler edinmesi; Haşimiler ve Ümeyyeler gibi bazı kolların siyasi ve ekonomik nüfuza sahip olması idi. Bunlara karşılık fakirler ve himayesizler bu düzen doğrultusunda sömürülüyor, borç esareti altında yaşıyordu.

Arabistan’da kadının toplumsal konumu ve statüsü bölgeden bölgeye farklılık gösteriyordu, ki kabileleşme farklı örf ve adetlerin önünü açtığından mütevellit kadınlara gösterilen değer kabileden kabileye değişiyordu; örneğin Yemen gibi yerleşik ve devletleşmiş bölgelerde kadınlar zaman zaman yönetimde rol alabiliyor ve miras hakları diğer bölgelere görece daha korunuyordu. Hicaz ve göçebe bölgelerde kadın daha çok erkeğin malı gibi görülüyor, miras hakkı çoğu zaman yok sayılıyor, ekonomik bir yük ve zaaf olarak görülüyor bununla birlikte daha çok ‘’yoksulluk korkusu’’ ve ‘’namus’’ gerekçesiyle diri diri gömülmesi vakaları yaşanıyordu. Tüm bunlara rağmen evlilik türlerinde çeşitlilik örneğin: mehir karşılığı nikah, geçici birliktelikler (yani geçici nikah), eş değiştirme ve bazı kabilelerde kadının kendi kocasını seçebilme hakkına sahip olmak gibi uygulamalar vardı.
      Kölelik, kölelik bütün bu toplumsal çürümenin varolmasının sebebiyle elbette vardı. Köleler çoğu zaman savaş esirlerinden, borcunu ödeyemeyenlerden ve Afrika’dan getirilenlerden oluşuyordu; ticaret merkezlerinde köle pazarları bulunuyor, köleler ev işlerinde, hayvancılıkta, tarımda ve askeri görevlerde kullanılıyordu. Kölelerin topluma karışabilmesi için azat edilmesi gerekirdi ve azat edilmiş kölelere de ‘’mevali’’ denirdi; bu kişiler efendilerinin kabilelerine bağlı olarak yaşamaya devam ederler fakat bir nevi içerisinde bulundukları topluma, kabileye tamamiyle olmamakla birlikte entegre olmalarını sağlardı. Mevali olan köleler doğrudan bir birey ve kabile üyesi değildi, bir yandan bu onları bir köle de yapmazdı; içerisinde bulundukları kabile için çalışır, savaşlara dahil olur ve bunların karşılığında efendilerinin güvencesi, koruması altına alınırlardı yani yarım bir ittifak da denilebilir.
     Her ne kadar ‘’cahiliye’’ olarak tanımlansa da toplum kendine özgü değerler geliştirmişti; örneğin misafirperverlik ve cömertlik en yüce erdemlerden sayılırdı. Arabistan’ın bu dönemlerinde şairlik ve söz sanatı da büyük prestij taşıyordu; kabile şairleri hem tarih yazarı hem de propaganda aracıydı, bununla birlikte bazı panayırlarda da şiir yarışmaları yapılırdı. Kendine özgü değerlerinin olmasının en belirgin yanı da ‘kan davaları’’ ve ‘’diyet uygulamaları’’ idi; eğer bir kabile farklı bir kabilenin mensubu olan bireyi öldürür ise bu doğrudan öldürülen kişinin mensubu olduğu kabileye bir saldırıydı. Diyet uygulaması da tam burada devreye giriyor, çünkü kabileler arasındaki savaşları engellemek diyet ödemesine bağlı idi örneğin: 1 erkek 100 deveye karşılıktı hatta bu miktar kasten öldürme gibi durumlarda değişkenlik gösteriyordu ve ödeme durumu bireysel değil, öldüren kişinin kabilesini de ödemeye dahil ediyordu, bu da kolektif sorumluluğu gösterir.
     Arabistan’ın dini durumu önbakışta da anlattığımın aksine pek değişkenlik göstermiyor ve çok tanrıcılıkla birlikte Yahudilik, Hristiyanlık, Haniflik gibi tek tanrılı akımlar bu coğrafyada yan yana varlığını sürdürüyordu. Mekke’de Kabe’nin içinde Hubel, Lat, Menat, Uzza gibi putlar bulunuyorken; Yesrib’de güçlü Yahudi kabileleri, Güney Arabistan’da da Hristiyan toplulukları yaşıyordu. Bu çok dinlilik kabileler arası kültürel alışverişi arttırıyor, aynı zamanda da sosyal rekabete neden oluyordu.

Özetle: İslamiyet Öncesi Arabistan’da insanların mutlak bir otorite olmadan, kuralsızlıkla veya kendi kurallarıyla bir arada yaşamaya çalışmaları durumu içerisinde yaşadıkları toplumu sosyal bir çürümeye itmiş ve bu da İslamiyet’in doğuşuna olanak sağlamıştır.

İSLAMİYET ÖNCESİ ARABİSTAN’IN EKONOMİK DURUMU

Arabistan’ın büyük bir bölümü çöl ve yarı çöl iklimi taşır ve bu sert iklimde ekonomik hayat belirli alanlar ile sınırlı kalıp, biçimlendirilmiştir. Arabistan bir çöl iklimine sahip olduğundan dolayı tarımsal üretim alanları bir hayli dardı, sadece Hicaz’daki vadiler ve bazı vaha bölgeleri tarıma elverişliydi. Yemen, Hadramut, Yesrib, Taif gibi yerler tarıma elverişli olmakla kalmayıp, tarımın geliştiği önemli merkezlerdendi. Yemen ve Hadramut’da, muson yağmurları ve gelişmiş sulama sistemleri sayesinde tahıl, hurma, üzüm ve tütsü üretimi yapılır; Yesrib (Medine)’de ileri sulama teknikleri kullanılarak hurma bahçeleri yetiştirilir; Taif’de ise serin iklimi nedeniyle üzüm ve meyve yetiştiriciliği yapılırdı. Bunlara rağmen tarım alanlarının kısıtlı kalması o dönemin Arabistan halkını hayvancılık ve ticaret yapmaya yöneltmiş; tarımsal üretim, ekonomik dengeyi sağlayamayacak kadar sınırlı kalmıştır. Arabistan ekonomisini sırtlayan genel unsur durum itibariyle ticaret idi ve ticaret özellikle Hicaz bölgesi için temel geçim kaynağıydı. Yemen’den başlayıp Mekke ve Yesrib üzerinden Şam’a kadar uzanan kuzey yolu; Basra Körfez’inden Mekke’ye ve oradan Filistin’e giden doğu batı rotaları Arabistan için uluslararası ticaretin ana damarlarıydı. Hindistan ve Afrika’dan gelen baharat, ipek, tütsü, parfüm; Yemen’den gelen deri ürünleri; kuzeye yani Bizans ve Sasani topraklarına kadar taşınır, orada pazarlara ulaşır ve ticarete açılırdı; bununla birlikte Arabistan üzerinden taşınan mallar genellikle Arap üretimi değildi. Mekke’nin rolü ve Kabe’nin kutsallığı sayesinde Mekke tarafsız ve güvenli bir ticaret noktasıydı. Burada Kureyş kabilesi, Bizans ve Sasani topraklarıyla antlaşmalar yaparak yaz ve kış kervanları düzenlerdi. O dönemin Arabistan’ı içerisinde ticaret amaçlı panayırlar da düzenlenirdi ve bu panayırlar haram aylar (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) içerisinde olur, ticaret kervanlarının geçiş dönemleri ve hac mevsimi ile uyumlu takvimlerde yapılırdı; bu aylar içerisinde savaş ve kan davası yasak olduğundan ötürü kabileler güven içerisinde bir araya gelebilirdi. Başlıca panayırlar Ukaz panayırı, Mecenne panayırı, Zülmecaz panayırı idi ve katılımcılar genelde Hicaz, Necdi, Yemen ve hatta Suriye’den tüccarlar, şairler, kabile liderleri, seyyahlar ve hacılardı. Bahsettiğim üzere hayvancılık da tarımın ekonomik dengeyi sağlayamamasından ötürü Arabistan halkının yapmaya itildiği bir diğer alandı. Arabistan’da hayvancılığın yapıldığı 3 ana bölge Necid, Dumet-ul Cendel -  Nefud çölü (yani Kuzey Arabistan, Suriye sınırı), Yemane – Bahreyn - Umman içleri (yani Doğu Arabistan) idi. Göçebe ve bedevi kabileler için deve, koyun ve keçi yetiştiriciliği temel geçim yoluydu. Deve çöl şartlarında en değerli ve en karlı hayvandı; bilhassa develer sadece süt, et ve deri değil, kervan taşımacılığı için de kritik önemdeydi. Koyun ve keçi de birbirinden farklı olarak süt, et ve deriden ziyade tereyağı ve peynir üretilirdi. Koyunun sütü yağ bakımından keçi sütünden daha zengin olduğundan dolayı yapılan tereyağı daha katı, daha yağlı, daha aromatik ve daha dayanıklı olurdu; bununla birlikte keçinin sütü de koyunun sütüne göre daha uzun dayandığından, daha az yağa sahip olduğundan ama daha proteinli olduğundan ötürü keçi sütü ile yapılan peynir daha sıkı dokulu ve uzun yolculuklara dayanıklı olurdu; bu özellikler sıcak çöl ortamında peynirin bozulmasını geciktiriyordu. Deve, keçi ve koyunun sadece ürettiği gıdalardan yararlanılmakla kalmayıp pazarlarda canlı olarak da satılıyordu; aralarından en çok rağbet gören ise deve idi. Hayvancılığın yanı sıra Arabistan kentlerinde zanaat adına küçük ölçekli üretim ve faaliyetler vardı. Mekke ve Taif’te deri tabaklama, koku ve parfüm imalatı, dokumacılık ve basit metal işçiliği yaygındı; Yemen’de parfüm ve tütsü üreticiliği de uluslararası talepten dolayı sanayi bir önem taşıyordu. Hayvancılık, tarım ve zanaatin dışında göçebe kabileler rakip kabilelerin kervanlarına baskınlar düzenleyerek servet elde ediyor ve bunun savaşçı kimliklerini pekiştirdiğini düşünüyorlardı. Bu uygulama diyet ve kan davası gibi uygulamalar ile dengelenmeye çalışırdı fakat bunun yanı sıra bu baskınlar köle ticaretini de besledi. Tüm bunların ardında da ticaret ve ekonominin olması demek sınıfsal ayrımlar ve tabakalaşma demek; örneğin Mekke’de Kureyş’in zengin aileleri kervan ticareti sayesinde büyük bir servet elde etmişti. Bu zenginlik, alt sınıflar ile aralarında keskin bir uçuruma yol açmıştı.

Özetle: Cahiliye Arabistan’ı tek bir alanla sınırlı kalmayıp tarım, hayvancılık ve ticaret ile ilgilenerek ekonomisini desteklemiş, çeşitli kervan yolları coğrafya için ana damar olmuş ve kabileler bu şekilde geçimini sağlamıştır.

İSLAMİYET ÖNCESİ ARABİSTAN’IN DİNİ DURUMU

İslam Öncesi Arabistan’ın dini durumu tek bir sistem değil, bölgesel olarak farklılaşmış bir yapıydı; kuzeyde Nabatea-Şam etkileri, güneyde düzenli krallık ve tapınak sistemleri, iç kesimlerde ise kabilelerin yerel put ve kutsal taş kültürleri egemendi. Genel olarak çoğunlukla polyteizm (çoktanrıcılık) ve yerel kutsal mekan, cisim temelli ibadetler geçerliydi; aynı zamanda da Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük ve hanif gibi tek tanrılı eğilimlerde mevcuttu. İç kesimlerde yaygınlaşan putçuluk nedeniyle her kabilenin, kasabanın ve tapınağın kendine ait ilahları ve ilahlaştırdıkları unsurlar vardı. Hicaz merkezli gelenekte (Mekke çevresi) sıkça adı geçenler al-Lat, al-Uzza, Manat, Hubal gibi figürlerdi. Bu figürlerden üçü al-Lat, el-Uzza ve Manat yine aynı bölgelerde Kureyş ve bazı Arap kabileleri tarafından ‘’Allah’ın kızları’’ olarak anılıyordu; bu dönemlerde Allah kavramı en Mekkeliler tarafından en yüce, yaratıcı ama uzak bir Tanrı için kullanılıyordu ve burada tasfir edilen Allah günlük tapınma ve adaklardan ziyade göklerin yaratıcısı, kaderin sahibi gibi algılanıyordu. Halk, Allah’ın bu yüceliği nedeniyle O’na doğrudan yaklaşmanın zor olduğunu düşünüyor ve günlük ihtiyaçları için üç tanrıçanın aracılığına sığınıyorlardı. Kur’an, bu mantığı ‘’Biz onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’’ (Zümer 39/3) şeklinde aktarır. Mekke’nin yanı sıra Güney Arabistan’da (Yemen) Saba, Ma’in, Hadramut ve Himyer gibi krallıklar M.Ö 1. Binyıldan itibaren şehir devletleri halinde örgütleşmilerdi; bu krallıklar çevredeki Mezopotamya, Levant ve Habeşistan kültürü ile etkileşim içerisindeydi ve bu etkileşim, gök cisimlerine dayalı çoktanrıcı bir dini anlayışı besledi. Tanrılar sadece bireysel ibadetin değil, devletin ve de ekonominin koruyucusu olarak görüldü. Sulama, barajlar, ticaret yolları gibi büyük projeler öncesinde tanrılara adaklar sunulması yaygındı. Bu bölgelerde çeşitli panteonların olmasıyla beraber ana tanrı ve tanrıçalar Ay Tanrısı Almaqah, Güneş Tanrıçası Şems, Yıldız Tanrısı Athtar idi. Bunlardan Almaqah, Saba Krallığının baş tanrısıydı; Ay’ın düzenli döngüsü tarımsal üretim ve sulama için kutsallık taşıyordu ve Kral, Almaqah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak görülüyordu. Güneş Tanrıçası Şems Kataban ve Hadramut’ta büyük önem taşıyor, bereket ve krallığın meşrutiyetiyle bağdaştırılıyordu. Yıldız Tanrısı Athtar ise yağmur ve sulamayla bağdaştırılan göksel bir figürdü; Kuzey Arabistan’daki bazı kadın tanrıçalarla sembolik benzerlikler de taşırdı. İslamiyet öncesi Arabistan’da dini durumda ön plana çıkan bir diğer bölge de Kuzey Arabistan ve özellikle Nabatea bölgesi idi (bugünkü Ürdün, Kuzeybatı Arabistan ve Suriye). Bu bölge hem Arap göçebe kabilelerinin hem de Levant ve Mezopotamya uygarlıklarının kesişiminde bulunuyordu. Bu stratejik konum onların dini yapısına yansımış; bu bölge Arap yerli inançları, Helenistik etkiler ve Yakın Doğu çoktanrıcılığı ile şekillenmiş karma bir dini durum sergilemiştir. Bu bölgede yaşayan Nabatea halkı Nabatealılar M.Ö. 2 yüzyıldan itibaren Petra merkezli bir krallık kurmuş Arap kökenli bir halktır ve ticarete dayalı şehir yaşamı Hellenistik-Roma etkisi ile onların dini hayatını Arap unsurlar ve Akdeniz Tanrıları ile harmanlamıştır. Nabatea’nın baş tanrısı Dushara’dır ve ismi ‘’Şara Dağının Efendisi’’ anlamına gelir; Petra’nın arkasındaki dağa atıf yapar (Petra, tarihi arkeolojik bir şehirdir). Dushara, dağ, taş ve göksel güçlerle ilişlilidir; koruyucu ve kraliyet tanrısı olarak görülürdü ve genellikle yüzü olmayan taş bloklarla dikilitaş formunda temsil edilirdi; bu, Kuzey Arapların şekilsiz tanrı tasvirlerindendir. Mekke çevresinde büyük önem taşıyan ve ‘’Allahın kızları’’ olarak anılan üç tanrıça Nabatea’da da büyük önem taşıyordu; hatta bunlardan al-Lat, Petra ve Palmira’da Atargatis (Bereket Tanrıçası) ya da Athena (Akıl, sanat, savaş ve bilgelik Tanrıçası) ile özdeşleştirilerek yapılmıştır. Kadın eş tanrıçalar, Dushara ile birlikte çift tanrıcılık oluşturur, doğurganlık ve bereketin dişi yönünü temsil ederlerdi. Nabatea halkı ticaret sayesinde de Yunan ve Roma Tanrılarını kendi panteonlarına entegre etmekle kalmayıp; Zeus, Dionysos, Tyche (Şans Tanrıçası) gibi tanrıları, yerli tanrılarla özdeşleştirerek Petra tapınaklarına yansıttı. Arabistan’da varlığına inanılan tüm bu tanrılar kutsal mekanlar, putlar ve ritüller gibi bir çok dini unsurları veya dışa vurum biçimlerini de elbette beraberinde getirdi; taşa tapma, dikilmiş taşlara adak verme ve antropomorfik yani (insan dışı varlıklara belirgin insani özelliklerin atfedilmesi) put heykelleri sık rastlanan uygulamalardandı. Arabistan coğrafyasında yapılan ritüeller genellikle somut adaklarla ve kurbanlarla ifade buluyordu; örneğin deve, sığır ve keçi en yaygın kurban hayvanlarıydı ve bunları adamanın amacı çoğu zaman bereket, yağmur, zafer, sağlık dilemek, ayrıca toplumsal statü göstergesi olarak kullanmaktı. Dini ritüeller gereği kurban edilen hayvanlar tapınak veya kutsal mekanlar önünde kesilir ve bazen hayvanın derisi veya eti tanrılara adanır, geriye kalan kısmı kabile üyeleri tarafından tüketilirdi. Bunların yanı sıra içecek ve ürünlerde tanrılara sunulur, bunlar genellikle süt, şarap, hurma, buğday vb. ürünler, içecekler olurdu. Bu dönemlerde kahinler ve kehanet, dini ve toplumsal hayatın ayrılmak bir parçasıydı. Falcılık, hayvan kurbanları, rüyalar, gök cisimleri ve doğa işaretleri belirli durumları yani kehanetleri yorumlamak ve değerlendirmek için kullanılırdı. Kahinlerin öngördükleri kehanetler, kabileler arasında ortak karar alma ve çatışmaları çözme aracıydı. Kahinler, adak ve kurban törenlerinin doğru biçimde yapılmasını denetleyerek tanrıların memnuniyetini garanti etmeye çalışır ve bununla kalmayıp panayır ve hac zamanlarında kervanların uğuruna dair kehanetler yapıp, ticaret ve güvenliği dolaylı biçimde düzenlerdi. Arabistan çoktanrılı inancın yaygın olduğu bir coğrafya olsa da tektanrıcı topluluklar da vardı. Yarımadanın bazı kesimleri (özellikle Kuzey-Batı Arabistan ve Güney Arabistan Kentlerinde) Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük ve hanif adı verilen yerli tanrıcı eğilimlerin etkisi altındaydı. Bu etkiler, özellikle ticaret yolları, siyasi ilişkiler ve göçler sayesinde Arabistan’a ulaşmış ve bölgenin dini durumunu çeşitlendirmiştir. Özellikle M.S. 6. Yüzyıllar arasında Yemen, Hicaz, Necid ve Kuzey Arap bölgesinde Yahudilik epey yaygındı. Medine’deki Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kuryaza kabileleri ile Hayber Yahudileri, tarıma dayalı ekonomik güçleri sayesinde Hicaz’da epey etkiliydiler. Bu iki örneğin yanı sıra Yemen Himyer Krallığı’da 4 ve 5. Yüzyıllarda Yahudiliği devlet dini haline getirmiş; Kral Dhu Nuwas, Hristiyan Necran halkına karşı sefer yürütmüş ve kendisi yürüttüğü seferlerle bilinen bir kraldır. Hristiyanlık’da, Yahudilikle beraber yaygınlaşan bir diğer tektanrılı inanıştı ve Kuzey Arabistan, Doğu Arabistan ve Bahreyn, Güney Arabistan’da benimsenmişti. Kuzey Arabistan’da Gassaniler (Şam’ın güneyindeki Arap federasyonu) Monofizit Hristiyanlığı (İsa’nın ilahi iki beşeri doğasından birini yitirip sadece tanrısal doğasının kaldığını ve insani tarafını yitirdiğini söyleyen görüş) benimsemişti. Doğu Arabistan’da ise Lakhmiler (Hira) Nesturi Hristiyanlığını (İsa'nın tanrısal ve insansal nitelikler taşıyan iki kişiliği bulunduğunu iddia eden görüş) kabul etti. Güney Arabistan’da ise Habeşistan üzerinden Yemen’e taşındı ve özellikle Necran, Hristiyanlığın önemli merkezlerinden biriydi. Zerdüştlük, Doğu Arabistan (Bahrayn, Yemame, Oman) ve kuzeydoğu bölgeleri Sasani İran’ının kültürel ve siyasi etkisi altında olduğundan ve Sasani garnizonları, ticaret kolonileri sayesinde de Zerdüşt inancı buralara taşınıp yaygınlaşmıştır; bazı bölgelerde ateş tapınakları ve zerduşti ateş ritülleri kaydedilmiştir. Haniflik ise Arapça ‘’doğru inanca yönelen’’ anlamına gelir; inancı ne Yahudi ne de Hristiyanlık olan, yalnızca tek Tanrı’ya (İbrahim’in Dini) inandığını söyleyen bireyler için kullanılırdı; ‘’İbrahim’in dini’’ ifadesi tek Tanrı’ya kulluk, putlardan uzak durma ve fitri (doğal) tehvid inancını ifade eder. Tanrı veya Tanrılara ibadet için gidilen dini merkezler de sadece tapınmak ve kulluk etmek için değil aynı zamanda ticari merkez, yargı ve diplomasi alanıydı; bu alanlarda kabileler arası yaşanan anlaşmazlıklar, diyet pazarlıkları ve ittifak görüşmeleri tapınak (Kabe gibi) çevresinde çözülürdü.

Özetle: Kültürel, siyasal, ekonomik ve coğrafi yönleriyle çok çeşitli olan Arabistan, karmaşık ve karma dini durumu ile çeşitliliğini sürdürmüş, tek tanrılı bir inançla beraber İslamiyet’in herkesi bir araya getirecek unsur ve görüş olmasına önayak olmuştur.

KAYNAKÇA

Belirtilmemiş.